Blog meselesini ilerlettik sanırım. Reklam falan alıyoruz artık buralara :) Şaka bi yana, geçtiğimiz hafta meleklerimizden Funda'm bize mükemmel bi jest yaptı. Düşünceli kızdır her zaman, biz bazen yetişemesek de o her birimize her an yetişir. Üstüne böyle mükemmel hareketlerle bizi utandırır.
Cumartesi Zuzu'm bizdeydi. Bi yanımda sevgilim, bi yanımda kuzenim hayat bana güzeldi vesselam. Neyse dağıtmayayım, Zuzu yanında bi zarfla geldi "Funda yolladı size hediye" diyerekten. Baktım zarfa, merak uyandırıyor. Buyrun beraber bakalım.
Ne ola ki acaba dedik ve açtık. Ne görelim?
Burdan sonrasını yorumsuz bi şekilde fotoğraflarla yayınlıyorum. Yorumu siz yapın ey okuyucu. Meleğimiz Funda'mıza koskocaman teşekkürlerimizin kanıtı olsun bu blog da. O bize böylesi bi jest yaptı, bizim elimizden de gelen bunları yazmak efem :)
Bu arada bu jest konusunda ketum olmayacağım; sevgili gazetesinden yaptırmak isteyenler öncelikle Funda'ya ulaşabilirler ve Funda'yı tanımayanlar için şurdan alalım sizi :)
www.hediyefabrikasi.com
15 Aralık 2011 Perşembe
14 Aralık 2011 Çarşamba
Sevgili Mutfak
Epey oldu bu mutfak macerası gerçekleşeli esasen. Yazmaya geç kaldım çünkü fazla titiziz bu konuda. Baştan savma olmasını istemediğimizden, tam konsantrasyon sağlayabileceğim bi zamanı bekliyorum hep. Ve o zaman geldi efenim.
Mutfak macerası dediğim, sevgili benden bizimle meşhur Arnavut ciğeri istedi bi akşam. Tabi bizimle birlikte o da gerçek bi Arnavut olduğundan, normal :) Velhasıl kelâm, bende ciğer yalnız başına kalmasın dedim ve sıvadım kolları.
Öncelikle işe tatlı seçimiyle başladım. Çikolata canavarı bi sevgilim olduğundan tema belli tabi. Kısa bi araştırma sonrasında Çikolatalı Mousse'ta karar kılıyorum. Tarif yazmayacağım tabi, yok artık :) Sadece malzemelerimizden ufak bi mutluluk pozu alıyorum, buyrun;
Çikolatalar rende diyor tarifte, gidip rendelenmiş çikolata almayı kendime yakıştıramıyorum ve o dakikadan sonra rendeyle oldukça samimi oluyoruz. Kaç dakika sürdü bilmiyorum 250 gr. çikolatayı ellerimle rendeledim ve hayret ki hiçbir parmağımı olaya dahil etmedim. Gönül isterdi ki rendelediğim, onca emek verdiğim çikolataları kimse yemesin, ömrümüz boyunca bi kavanozda saklayalım ama heyhat tarif gereğince benmari yöntemiyle erittim emeklerimi. Bu noktada ufak bi before-after karesi paylaşmak isterim;
Burdan sonra hazırlıklar hız kazandı yalan yok. Yumurtaları acımadan sarılar ve beyazlar olarak ikiye ayırdım. Sarıları erimiş çikolata karışımına pudra şekeriyle birlikte ekledikten sonra, beyazını uzun süre çırparak kar haline getirdim. Burda ufak bi püf noktası; beyazları çırpıp kar haline getirirken içine asla sarı karışmamış olması gerekiyormuş. Yoksa öldürsen kabarmıyormuş ve siz de bunu 5 yumurta ziyan ettikten sonra anlıyormuşsunuz. Ama işte bembeyaz ve kabarık ötesi kar kreması;
Kremayı da çikolatalı karışıma ekleyip cuplara aldım ve buzdolabına kapatıp akşama kadar soğumaya bıraktım. Tatlı işini hallettikten sonra ciğerleri yıkayıp temizledim. Arnavut ciğeri hakkıyla olsun diye kuşbaşından bile ufak doğradım. Sevgilinin isteğiyle yarısını unlu yarısını unsuz olarak hazırladım. Onlar dinlenirken bi yandan patatesleri küp küp doğradım, pirinci ıslatıp kavurmaya başladım ve salatayı hazırladım. Renkli salata için burdan;
Salatanın ardından ufak ufak saatin de akşama yaklaşmasıyla çorbayı kaynamaya alıp pilavı da kendi halinde pişmeye bıraktım. Bu arada pilav konusuyla hiç barışamadık o güne kadar, ama enteresandır ömrümün o gününe dek böyle bi pilav yapmamıştım. Kendim bizzat şahsen dumurlara sürüklendim. Çorba kaynarken pilav hızla hazır oldu ve ben patatesleri ve ciğerleri kızartmaya geçmeden kendilerinden gülücüklü birer fotoğraf aldım tabi;
Mükemmel pilavımı bi köşeye demlenmeye kaldırıp, çorbanın da altını kapattıktan sonra sıra kızartma işlemine geldi. Bu sırada sevgili mutfağa gelip gidiyor, nerdeyse dakika başı "yardım lazım mı?" diye sorup duruyor. Benden daha heyecanlı ya da daha aç :) Yemekte annem yok; babam, Can ve sevgiliye tüm varlığımla saçlarımı süpürge etmişim yani. Kıymet bilelim lütfen öhö.. :)
Ne diyordum? Kızartma. Ben böyle yazarken yağ kızdı tabi, attım patatesleri tavaya ve işte altın sarısının leziz bi tonu;
Onlar pişerken daha önce unladığım ciğerleri bi kez daha unladım ki çok daha mükemmel bi sonuç elde edeyim. Pişen patatesleri tavadan alıp yerine ciğerlerin ilk yarısını attım. Dediğim gibi, sevgilinin isteğiyle yarısını unlu, yarısını unsuz hazırladım. Hangisi daha güzel oldu derseniz, bence en güzeli yerken sevgilinin yüzünde oluşan ifadeydi derim :)
Geceye ait iki pişmanlığım güzelim masanın fotoğrafını çekmemiş olmak ve sevgilinin rakı isteğini unutmuş olmaktı. Ama bahane olmadı değil, bi daha ki Arnavut ciğeri akşamı rakısız geçmeyecek :) Babam beğendi, sevgili beğendi, ben beğendim daha ne olsun? Yemekler bahane, muhabbet şahaneydi. Yemek yendi, çaylar içildi. Üç erkek de yüzüme "tatlı ne zaman gelecek?" bakışları atıyor. Ben havamdan geçilmeyerek oralı olmuyorum tabi. Hatta arada "yok tatlı yapmadım" falan gibi blöflerim oldu. Daha fazla da çatlatmayayım dedim ve şaheserlerimi ayrıca muhteşem bi sunumla beylere ikram ettim. Akşam akşam iştah kabartacak komple çikolatadan ibaret mousselarımız ve tasarımı bana ait süslemeleri;
Ellerime sağlık mı ne? :)
Mutfak macerası dediğim, sevgili benden bizimle meşhur Arnavut ciğeri istedi bi akşam. Tabi bizimle birlikte o da gerçek bi Arnavut olduğundan, normal :) Velhasıl kelâm, bende ciğer yalnız başına kalmasın dedim ve sıvadım kolları.
Öncelikle işe tatlı seçimiyle başladım. Çikolata canavarı bi sevgilim olduğundan tema belli tabi. Kısa bi araştırma sonrasında Çikolatalı Mousse'ta karar kılıyorum. Tarif yazmayacağım tabi, yok artık :) Sadece malzemelerimizden ufak bi mutluluk pozu alıyorum, buyrun;
Çikolatalar rende diyor tarifte, gidip rendelenmiş çikolata almayı kendime yakıştıramıyorum ve o dakikadan sonra rendeyle oldukça samimi oluyoruz. Kaç dakika sürdü bilmiyorum 250 gr. çikolatayı ellerimle rendeledim ve hayret ki hiçbir parmağımı olaya dahil etmedim. Gönül isterdi ki rendelediğim, onca emek verdiğim çikolataları kimse yemesin, ömrümüz boyunca bi kavanozda saklayalım ama heyhat tarif gereğince benmari yöntemiyle erittim emeklerimi. Bu noktada ufak bi before-after karesi paylaşmak isterim;
Burdan sonra hazırlıklar hız kazandı yalan yok. Yumurtaları acımadan sarılar ve beyazlar olarak ikiye ayırdım. Sarıları erimiş çikolata karışımına pudra şekeriyle birlikte ekledikten sonra, beyazını uzun süre çırparak kar haline getirdim. Burda ufak bi püf noktası; beyazları çırpıp kar haline getirirken içine asla sarı karışmamış olması gerekiyormuş. Yoksa öldürsen kabarmıyormuş ve siz de bunu 5 yumurta ziyan ettikten sonra anlıyormuşsunuz. Ama işte bembeyaz ve kabarık ötesi kar kreması;
Kremayı da çikolatalı karışıma ekleyip cuplara aldım ve buzdolabına kapatıp akşama kadar soğumaya bıraktım. Tatlı işini hallettikten sonra ciğerleri yıkayıp temizledim. Arnavut ciğeri hakkıyla olsun diye kuşbaşından bile ufak doğradım. Sevgilinin isteğiyle yarısını unlu yarısını unsuz olarak hazırladım. Onlar dinlenirken bi yandan patatesleri küp küp doğradım, pirinci ıslatıp kavurmaya başladım ve salatayı hazırladım. Renkli salata için burdan;
Salatanın ardından ufak ufak saatin de akşama yaklaşmasıyla çorbayı kaynamaya alıp pilavı da kendi halinde pişmeye bıraktım. Bu arada pilav konusuyla hiç barışamadık o güne kadar, ama enteresandır ömrümün o gününe dek böyle bi pilav yapmamıştım. Kendim bizzat şahsen dumurlara sürüklendim. Çorba kaynarken pilav hızla hazır oldu ve ben patatesleri ve ciğerleri kızartmaya geçmeden kendilerinden gülücüklü birer fotoğraf aldım tabi;
Mükemmel pilavımı bi köşeye demlenmeye kaldırıp, çorbanın da altını kapattıktan sonra sıra kızartma işlemine geldi. Bu sırada sevgili mutfağa gelip gidiyor, nerdeyse dakika başı "yardım lazım mı?" diye sorup duruyor. Benden daha heyecanlı ya da daha aç :) Yemekte annem yok; babam, Can ve sevgiliye tüm varlığımla saçlarımı süpürge etmişim yani. Kıymet bilelim lütfen öhö.. :)
Ne diyordum? Kızartma. Ben böyle yazarken yağ kızdı tabi, attım patatesleri tavaya ve işte altın sarısının leziz bi tonu;
Onlar pişerken daha önce unladığım ciğerleri bi kez daha unladım ki çok daha mükemmel bi sonuç elde edeyim. Pişen patatesleri tavadan alıp yerine ciğerlerin ilk yarısını attım. Dediğim gibi, sevgilinin isteğiyle yarısını unlu, yarısını unsuz hazırladım. Hangisi daha güzel oldu derseniz, bence en güzeli yerken sevgilinin yüzünde oluşan ifadeydi derim :)
Geceye ait iki pişmanlığım güzelim masanın fotoğrafını çekmemiş olmak ve sevgilinin rakı isteğini unutmuş olmaktı. Ama bahane olmadı değil, bi daha ki Arnavut ciğeri akşamı rakısız geçmeyecek :) Babam beğendi, sevgili beğendi, ben beğendim daha ne olsun? Yemekler bahane, muhabbet şahaneydi. Yemek yendi, çaylar içildi. Üç erkek de yüzüme "tatlı ne zaman gelecek?" bakışları atıyor. Ben havamdan geçilmeyerek oralı olmuyorum tabi. Hatta arada "yok tatlı yapmadım" falan gibi blöflerim oldu. Daha fazla da çatlatmayayım dedim ve şaheserlerimi ayrıca muhteşem bi sunumla beylere ikram ettim. Akşam akşam iştah kabartacak komple çikolatadan ibaret mousselarımız ve tasarımı bana ait süslemeleri;
Ellerime sağlık mı ne? :)
Etiketler:
arnavut ciğeri,
aşk,
çikolatalı mousse,
damat,
düğün,
evlilik,
gelin,
hazırlık,
mutfak,
pilav,
rakı,
tarif
12 Aralık 2011 Pazartesi
Mesaj
Bu çalışmanın ismi "mutlulukşeysiiki". Birincisini önceki blogda paylaşmıştım. Fazla uzatmayacağım, sevgiliden günün beklenmedik bi saatinde gelen, insanlık için ufacık ama bizim için kocaman bi gelişmenin resmidir bu. O aklı güzel, zihni harikulâde adamın düşünüp bu sahneye sığdırdığı mesajı anlayanlar; evet siz, belki bi gün siz de kendi şirininizi görebilirsiniz..
1 Aralık 2011 Perşembe
Çocuk
Akşamüstü.. Zero'yla karşılıklı oturmuş sıcacık kahvelerimizi içiyoruz. Bi yandan sevgilinin bana son sürprizini inceliyorum (çok yakında burda olacak o da) bi yandan sohbet muhabbet.. Sonra bi mail daha geliyor sevgiliden; konusu "ilkokuldaolsampaintteböyleyazardımismini" olan. Şimdi yazınca farkettim, güzel blog adresi olurmuş :)
Bi meraklandım tabi ama isme bakmaktan alıp kendimi, mailin içeriğine geçemiyorum. Gülümseme yayılmış yüzüme. "Kim bilir yine ne yaptın çocuk.." diyorum içimden. Sonra açıyorum maili, gördüğüm saf bi şey. Ama ne? Esasen ari kelimesi daha uygun. Hatta kelimenin sözlük karşılığına gelebilecek görüntü tam olarak bu. Masumiyetin, çocuksuluğun ve dahi çocukluğun bizzat vücut bulmuş hali.
---
İlkokulda hayal gücünün sınırları elişi kağıtlarının renk sayısıyla ölçülürdü ya hani, onun gibi. Hani sınıfta elişi kağıdındaki renk sayısı daha fazla olan çocuk varya, o biraz daha havalıydı, o süperdi, imrenilesi biriydi. Kaç renk kağıdı varsa, o kadar renkliydi sanki hayalleri de. Nerdeyse bütün çocuklar onunla arkadaştı ve henüz arkadaşı olamayanlar da olmak için can atardı. Sonra en güzel resimleri de mutlaka o yapardı. El yazısı inci gibiydi ve kalem kutusunda kokulu silgisi vardı. Sınıf başkanıydı ve herkes onun sıra arkadaşı olmak hayalleri kuruyordu. Sınıfın tüm kızları ona aşıktı ama o yalnızca biriyle ilgileniyordu. Tenefüslerde erkekler şişe kapağıyla maç yapıp, kızlar lastik oynarken onlar birlikte dolaşıyorlardı. Beslenme saatlerinde keklerini paylaşıyorlardı ve okul çıkışlarında çocuk kıza leblebi tozu alıyordu. Bi kaç zaman sonra yanyana oturmaya başlamışlardı ve bu bütün sınıfa "çıkıyorlar" dedikodusunun yayılması için yeterliydi. Sınıfın en çalışkan, en havalı, en yaratıcı, en süper çocuğuyla, şu sarı saçlı kız.. Çıkıyorlarmış. Kim bilir, belki büyüyünce evlenirler bile..
---
Sınıfın o en havalı çocuğu varya, o benim sevgilim işte.
29 Kasım 2011 Salı
Portakal
Bugün 29 Kasım 2011. Günlerden Salı. Bu blogda ne kadar normalden uzak bi çift olduğumuzu sizlere kanıtlarıyla anlatmayı planlıyorum.
Akşam saatleri, oturmuşum harıl harıl çalışıyorum. Ne için? Sevgili adama tutuşmuş parmaklarım yine. Onu, beni, biz'i yazıyorum çok derin. Klavyeden dumanlar yükseliyor. Kulaklığı da takmış tam konsantrasyon sağlamışım. Fonda Röyksopp, Bjork devam ediyor kendi halinde, ben kelimelerimle devam ediyorum kendi halimde. Hem yazarken heyecanlanıyorum, hem sevgilim okurken neler yapacak, sonrasında ne tepkiler verecek meraktayım, hem bu gece okusun sevgilim istiyorum, hem acele işi sevmem hele ki yazmak aceleye gelecek son iş bile değil. Eskaza bi dış uyarıcı odaklanmamı bozarsa, dağılacağımı biliyorum.
Öyle kendimi kaybetmişim ki sevgiliyi bile görmüyorum. Tabi ki benim çocuk, benim şımarık, benim ilgi aşığı, benim hınzır, benim yaratıcı, benim muzır, benim fırlama sevgilim bi şey yapacak kendini hatırlatacak. Ama öyle sıradan şeyler olmaz elbet. Hep olduğu gibi ona ve biz'e yakışır bi isyankarlığı, bi marjinalliği olacak. Olmadığı gün yok zaten. Derken Whatsapp'ın ışığı yanıyor. Bakmayayım diyorum, gördüm artık. Mecbur açıp bakacağız kim yazmış. Bakıyorum, sevgilim. Enteresan. Aa fotoğraf yollamış fakat uzaktan ufak haliyle pek bi şeye benzetemiyorum. Get imeyc diyorum bakalım ne gelecek. Bakayım, yok olamaz. Gerçekten yapmış mı bunu?
Ne yazayım bu fotoğrafın altına veya üstüne bilmiyorum. Sadece bakın lütfen;
Çok mu önemsiz? Çok mu basit? Anlamsız?
Peki yalnızca dört portakalın üzerine onları soyarak ismimi yazan ve bunu fotoğraflayıp bana durduk yere gönderen yaratıcı sevgilimin beni ne kadar mutlu ettiğini biliyor musunuz? Ya da kendisi için ne kadar önemli olduğunu? Biz de böyleyiz işte. Bunlar bizi koltukların üzerinde zıplatmaya yetiyor. Şu sahne benim için pekala doğum günü hediyesi olabilirdi. Veya yıldönümü. Veya başka bi gün.. Hoş biz ilişkiye başladığımız tarihi de bilmiyoruzya :) Velhasıl kelam ve sevgili deyimiyle söz temsili; tam da şu gördüğünüz dört portakal gibiyiz. Öyle huzurlu, öyle çocuk, öyle mutluyuz; büyük çoğunluğun "şu kadarcık şey" dediği detaylarla.
Bu da hiç yapmadığım bi şey olacak, konuşmalarımızı saçmaktan hoşlanmıyorum fakat söz konusu Whatsapp olunca güven olmuyor, bu tepkileri buraya not düşmüş olayım yıllar sonra çekmecede bulmak adına;
Evet normale yakın değiliz ve kişisel tarihimiz bu ve benzeri 'kocaman ufaklıklarla' dolu olacak.
Gelin Bohçası
Damadın söz bohçası olur da, benim olmaz mı?
Oldu tabi ki. Geçtiğimiz günlerde Balıkesir'den sözümüz için gelmiş olan ablamızla birlikte ufak bi çarşı alışverişi yaptık. Bu tip meselelere soğuk olan beni sağolsun (görümce demeye dilimin varmadığı) ablam hiç zorlamadı. Zevklerimiz de birbirine çok yakın olduğu için bize zorunluluktan ziyade gezmek, birlikte yemek yemek ve kahve içmek için bulunmaz bi fırsat oldu.
Önce Kadıköy'den vapurumuza atladık ve bu işlerin olmazsa olmaz mekanı Eminönü/Kapalıçarşı'ya doğru yola çıktık. İlk hedefimiz şık bi elbiseydi fakat bilenler bilir, oralarda giyim adına bana hitap eden bi mekan yok ne yazık ki. Onun için bu konuda şansımızı çok zorlamadan bohçaya gereken diğer ufak tefek çamaşır alışverişini tamamladık. Ordan kumaşçıya geçip uçuk pembe ve küçük parıltılarla kaplı tülden 150cm aldık. Üzerine fuşya organze kalın kurdeleden de işimize yarayacak kadarını alıp o dükkandan da çıktık. Ardından benim daha önce beğenmiş olduğum gösterişli nişan bohçasını aldık fakat onun fotoğrafını şimdiden burda paylaşmayacağım, zira kıskancım biliyorsunuz :) Nişan zamanı boy boy sergileriz efem.
Nerde kalmıştık. Eminönü'nde işimizi bitirip Kadıköy'e dönmeye karar verdik. Elimizdeki paketleri tanıdık bi mağazaya bırakıp acıktığımızı da anca farkederek yemek yemeye karar verdik. Balıkesir'den misafirim gelmiş, en güzel şekilde ağırlamaz mıyım? Favori mekanımız Kekik'te aldık soluğu. Tabi müdavim olduğumuzdan tanıyorlar beni, hemen tanıştırdım görümcem diyerek misafirimi. Yemeklerimizi seçtik ve sonra tabi ki daldık koyu bi dedikoduya. Öyle yemeklerimizi yemiş, çaylarımızı içmişiz. Bıraksalar bi kaç saat daha kalır sohbeti bölmezdik ama iş beklemez tabi. Kadıköy'üm canım benim ya. Ne aradıysam elimin altında. Süreyya Operası'nın ordan vurduk kendimizi aşağıya, önümüze ilk çıkan mağaza solda Adil Işık tabi. Buraya bakalım dedik girdik. Giriş o giriş. Zahmetsiz insanım vesselam, üç elbise beğendim, aldım kabine. Seçerken gözüme ilk çarpanı da önce denedim. Perdeyi açtım ve ablam da benim gibi düşündüğünü belli ederek "çok güzel olmuş, çok yakıştı" dedi. Diğer iki elbiseden yalnızca birini haksızlık yapmayalım diye denedim fakat biz çoktan kararımızı vermiştik.
Hani o elbise diyenler için hızla geliyor;
Elbise durumunu ortalama 15 dakika içerisinde çözünce, bize bol vakit kaldı tabi. Son işimiz olan parfümü de hiç yorulmadan girdiğimiz ilk parfümeriden benim yıllardır vazgeçilmezim olan parfümüm Lolita Lempicka'yla hallettik. Alışlanlıklarım bâki. Lolita dışında Kenzo Jungle, Wish, Hypnotic Poison, Escada Magnetism, Versace Crystal Noir, DKNY Be Delicious Red hali hazırda hala kullandığım parfümlerim arasında. Evet biraz düşkünüm fakat ikisini ayrı koy derseniz Lolita Lempicka ve Kenzo Jungle evlatlarım gibidir :)
Biz alışverişi böylece tamamlamış olduk. Hem hızlı oluşumuz, hem zevklerimizin uyuşu sayesinde kahveye de vaktimiz kaldı. Yine favori kahvecimizde birer yorgunluk kahvesiyle bi tutam daha dedikodu yaptık ve ardından kalkıp bıraktığımız paketleri de alarak evin yolunu tuttuk. Sevgilinin evinin tabi ki :)
Günün kritiği, alışveriş notları ve yemeğin ardından da bendeniz evime bırakıldım.
Ortaya çıkan mis gibi söz bohçamı ve hemen yanında parfümümü sizlere takdim etmekten gurur duyarım :)
Tabi gelin bohçası damadın ki gibi olmadığından diğer ayrıntıları yayınlamıyoruz :) Bunlar da tadımlık diyelim..
22 Kasım 2011 Salı
Ve söz..
19.11.2011
O sabah gözlerimi açışımla anlamalıydım aslında her şeyin farklı ilerleyeceğini. Kimse kabullenmek istemez; sözdür, nişandır, nikahtır formalite meseleler tarihçeleri ve toplumdaki yerleri açısından. "Biz zaten seviyoruz, aşığız birer yüzüğün, bi imzanın değiştireceği ya da bize katacağı bi şey olmayacaktır. Bunlar tamamen toplumda ve kanunda kabul görmek temelli otomatik davranışlar olmuş" düşüncesinin en ateşli savunucularından biriyim. Ya da doğru kelimeyle biriydim. İki insan bi arada olmak istiyorsa imzalar, sözler, yüzükler gerekli şeyler değil derdim. Aslında burda karşı olduğum fikir evlenmenin kendisinden ziyade, evlenince ya da bi yüzük takınca duyguların, hissedilenlerin, tavırların buna paralel olarak çok daha güzel olacağını düşünen zihniyetti. Fakat hakikaten de duyguların formu sınıf atlıyor-muş. Öğrendik.
Ne diyordum. O sabah. Gözlerimi açmadan bi kaç saniye kaldım yatakta. Sonra her sabah yaptığım gibi başucumda duran telefonumun ışığına kaydı gözüm. Orda yanıp sönmüyor olması ihtimalini düşündüğümde bile nefesimin daraldığı beyaz ışık, şükürler olsun ki o sabah da orda. Gülümsedim ufak ve uzandım telefonuma. Sevgili yine uyandığı saatten ben uyanana dek harfleri, kelimeleri, cümleleri olabilecek en şahane şekillerde uç uca getirmiş bi sürü mesajı sıralamış. Önce onları tekrar tekrar okuyup her sabah ki ritüelimi gerçekleştirip cevaplayarak, ardından meleklerin bilumum "uyan taze gelin" temalı mesajlarına dönüş yaptım.
Bahsi geçen temalı mesajlardan nazik olan birine hemen göz atalım :)
Gülücüklerle başladığım sabahı yataktan kalkmayı reddederek devam ettirdim ve işin suyunu çıkararak anneme en cırlak halimle "anneeeeeğğğğ saklandım gel de beni bul" şeklinde seslendim. Mesele şımarmaksa gerisi benim için teferruat azizim. Odama kalk hadi kalk diye güle güle gelen anneme son vurgunu da "ben söz kızıyım kızaaaaam bugün beni şımartıcaksınız" diyerek vurdum ve nihayet yataktan kalktım.
Yataktan kalkışımdan kuaföre gidişime kadar geçen sürede evin içinde geziş modum; 'sen ne sınavlar, ne mülakatlar geçirmiş insansın İnci. İnci'sin sen ya. Kızım kendine gel. Heyecanlı değilsin hayır'dan öteye gidemedi (heyecansızsın İnci diye başımı yiyen Zero ve Ece'ye selam olsun). Bu sırada tabi sevgili sevgilim de tüm masumiyetiyle "elimi kolumu koyucak yer bulamıyorum" tarzında mesajlarıyla kalbimi attığı yerden çıkarma arifesinde. Yerim. Tez canlı annemin daha fazla duramaması sebebiyle çıkıp kuaföre geçtik. Melek kuzen Zuzum işten çıkıp gelecek bi saat içerisinde, kardeşcan Zero da vizesinden çıkıp yetişicek kuaför faslına. Ben de aslında kuaföre olabildiğince geç gideyim ki eve dönünce o bekleyişi minimuma indireyim kafasındayım. O yüzden onlar beni rahatlatıcağına ben kuafördekilere sakin olun acele etmeyin falan diyorum (kahkahalar). Tabi onlar da beni oyalıyor tecrübeyle sabit olduğundan. Sözlenecek heyecanlıdır tavrıyla espiriler, komiklikler gırla.. Böyle kısa bi süre geçtikten sonra kapıdan ilk giren Zero oluyor. İtiraf geliyor, heyecanın somut haliyle ilk o an tanıştım. Sanırım olayın farkına öyle varıyor insan o gün. Hani 15 senelik geçmişimiz var ama Zerrin'i görüp heyecanlandığım yegâne an o sanırım :) Bi de üstüne bana nefes alma fırsatı vermeden içeri Zuhal girerse bende hal kalmaz tabi. Hoş geldin, beş gittin muhabbetinin akabinde Zero'nun saçlarının yapımına start verildiği için makinayı kapan kuzenim çekime hızlı bi giriş yaptı.
Ve ilk kareyi ölümsüzleştirdi aynen şu şekilde;
Yalnız rahatlığım, largelığım falan yalan. Fotoşop o. Montaj. Hihu ben hiiiiiç de heyecanlı değilim gördüğünüz gibi isimli fotoğrafımı geçelim. Kızlarla dedikodu haline gelelim. Aman nasıl olucak, kaçta gelicekler, yetişmeyen bi şey var mı benzeri sorularla başlayan muhabbet faslımız zaman zaman aramızdan birimizin koltuk değiştirmesi, saç yıkatması, fönüne başlanması gibi ufak kesintilere uğradı fakat hız kesmedi elbette. Bu sırada sevgilimin benden ayrı bi aşk yaşadığı siyah ojeli kısacık tırnaklarım manikürden çıkmış, ben de bi yandan kurumalarını beklemek istiyorum bi yandan sevgiliye mesajları eksik etmiyorum, bi yandan telefonun şarjı can çekişiyor onu prize takma çabası içerisindeyim. Cefakar kadın modeli. Çok uzun sürmüyor bu halim tabi hemen prenses karakterime bürünüyorum ve makyaj masasına oturuyorum. Başımı o koltuğa dayayıp kendimi makyöze bırakmadan önce sıkı bi pazarlığa giriyorum. Bak sakın ha abartmıyosun yalnızcaaaaa siyah bi eyeliner ve göz kalemi kâfi şekerim diyorum, ikna etmek için biraz uğraşıyorum ama başarıyorum tabi.
Bu hafif makyaj pazarlığı sonrası ben ve kazandığımın resmi olan dostum siyah göz kalemi
Ve bu da o sırada bile konuşmaktan vazgeçemediğim adamın kanıtı :)
Bu arada konuştuklarımız da ayrı müthiş. Gerçekten kendi sözümüz için mi hazırlanıyoruz sevgilim falan diye birbirimizden teyit alıyoruz falan. Harikuladeyiz. Çok başarılıyız. :)
Bizde hazırlık sürüyor da erkek tarafında olmaz mı? Olur elbet. Orda da tatlı bi telaş hakim. Ben tabi saniye saniye naklen alıyorum haberleri :) Bu kısımda bi parantez açmak istiyorum, hep bahsettiğimiz kendi kişisel tarihimize not düşmek adına. Evin zili çalana dek yaşadığım en büyük kalp çarpıntısını; sevgilimin ailesinin "sakallarını kesseydin daha iyi olmaz mıydı?" sorusunu duyduğum an yaşadım. Çok önemsiz, basit gelebilir kulağa. Ama şaka değil gerçek; sevgilim benim tırnaklarımın kısalığına santimine kadar nasıl düşkünse, ben de onun sakallarının uzunluğuna o derece sapkınım. Bu "bana ne tırnaklar şu kadar kısa olsun" veya "o sakallar böyle duracak" inadı ve ego çarpışması değil. Egoya doğrudan ters bi şekilde, egosuzluğumuzun göstergesi bizzat. Bu konuda ilerleyen günlerde başlı başına bi blog yayınlayacağımı da belirterek tekrar kaldığımız yere dönüyoruz.
Benim makyajım yapıladursun, kızların da saçları hemen hemen bitti sayıldığından ve saatleri devirdiğimizden bizde ufak acıkma belirtileri görünüverdi. Üç boğaz düşkünü bi araya gelmiş, malum akşam o telaşta ağzımıza lokma girmeyeceği de ortadayken fırsatı değerlendirdik ve süslenmeye ara verip mideyi süsledik kebaplarla. O dakikalarda nasıl bi acıkmaksa artık, fotoğraf çekmek şöyle dursun kimse tek kelime konuşmadı bile. Sonra da "oğlum biz hiç konuşmadık farkında mısınız yemek bitene kadar" diyerekten aydınlanma yaşadık. Gözlerimiz ışıklarına yeniden kavuşur kavuşmaz hepimizin süsü püsünde son rötuşlar yapıldı ve son dakikalarda aramıza katılan Eco'yla birlikte tıpış tıpış evin yolunu tuttuk. (Eco'ya da tekrar teşekkürlerimi iletiyorum, bi saat de olsa yanımda olduğu için.)
İşte asıl olayın başladığı dakikalar tam olarak bunlar. Eve geliyorsunuz, yanınızda kuzeniniz, arkadaşlarınız, anneniz, babanız, kardeşiniz. Evin tüm ışıkları yanıyor. Herkes ayakta. Biz hala kotlar t-shirtler takılmalardayız hala. Annemin hadi artık giyinin demesiyle ciddiyete vâkıf olup odanın yolunu tutuyoruz. Biz giyinirken ilk zil çalıyor, o saatte kimsenin gelmeyeceği belli ama işte programlanmış gibisiniz. Zil çalınca yürek ağıza. Meğerse gelen Zeynep ablaymış, beni görünce aman aman daha dün okuma bayramına geldiğim çocuğa bak diyerek günün anlam ve ehemmiyetine ilk göndermeyi yaptı.
Yine çok konuşmuşum. Anlat anlat insanlar baydı. Türk milleti kitap okumaz, blog hiç okumaz. Ufaklıktan kalma alışkanlıkla 'resimlerine' bakar.(buraya kahkaha efekti evet) Buyrun laftan çok iş olsun, iki fotoğraf arasındaki farkı öncelikle siz yorumlayın;
Tipime bakınız. İlk karede kuaförden yeni gelmiş ben. Memnun mutlu gülümsemeler, elde telefon sevgiliye "yuppi çok güzel oldum" mesajları saçmalar. Fakat ikinci karede ne görünüyor? Adeta bi Nuri Bilge Ceylan sessizliği. Adeta bi Kubrick gerginliği. Bundan sonrası alabildiğine bekleyiş, alabildiğine heyecan. Geçen her araba sesine kabartılmış kulaklar, sevgiliyle ışık hızına yakınsayan mesajlar, ardı ardına attığım twitler, gelen mentionlar, gergin, ölecek gibi, Tanrım ben n'apıcam yakarışları etc. Derken bizden kız tarafı olarak gelecek olan 30 (yazıyla otuz) kişi tek tek dökülmeye başladı. Kapılar çaldıkça hop oturup hop kalkıyorum fakat ironik olan tarafı sevgiliyle de sürekli irtibattayız daha yola çıkmadıklarını falan biliyorum. Maksat adrenalin olsun. Bizim ailenin yavaştan toparlanmasının ardından son eksiğimiz Ece'de söz evine girişini gerçekleştirdi. Bana bakıp "makyajın çok hafif olmuş, çok güzel" demesiyle içime su serpti canım arkadaşım. O saniyelerden sonra olan biten komiklikler, aman halıya takılıp düşmeyesin kahvelerle, aman tuzlu kahveyi Cumhur yerine başka birine vermeyesin yanlışlıkla, baban seni vermicek kızım gibi üzerime oynamalardan ibaret. Biz bi şekilde gülüşürken tanışıklığımız boyunca sevgilimden gelen en gergin mesajı okudum "yaklaştık".
Tabi bizde derhal bi telaş, koşuşturmalar, herkes son hazırlıkları tamamlamış derin nefesler alarak zilin çalacağı o anı bekliyor. Ki ömrü hayatımın ilk kalp spazmını o zil çalınca yaşadım. Hemen beni odama gönderdiler, bütün herkes kapıya dizildi. Ben zavallı insan kapının arkasından olan biteni duymaya çalışıyorum tabi. Akşamın en önemli iki insanından biriyim ama kapıdan girişlerine şahit olamıyorum. Hazin. Baktım hoşgeldiniiiiizzzzler dökülmeye başladı ağızlardan, tamam dedim girdiler içeri. Salona geçtiler sesler uzaklaştı hiçbi şey duyamıyorum ve herkes beni unuttu. Odanın içinde düşündüğüm tek şey sevgilimdi, itiraf ediyorum. O an görmek istediğim tek insan. Nasıl olmuş, alırken denediği ve benim bakakaldığım, izlemeye doyamadığım takımının içinde şu an nasıl görünüyor, keşke iki dakika buraya gelebilse de sarılsam, şu titremem geçse, kimbilir o şu an ne kadar heyecanlı, nerde oturuyor acaba, nasıl susmuştur kıyamam.. Bu millet beni hakikaten unuttu, kızlardan kimse de gelmiyor odaya diye düşünürken odamın kapısı açıldı ve Zuhal ağlayarak içeri girdi. Neye uğradığımı şaşırmaya bile fırsat bulamadan kollarını açıp bana sarıldı ve "Cumhur çok yakışıklı olmuş ay çok duygulandım" dedi. Buyur burdan yak modeli. Ben nasıl merak etmem, nasıl ağlamam ve içeri gidince kendimi sevgilinin kollarına sarılmaktan nasıl alıkoyarım? Düşünceler kafamda birbirini kovalarken şu an hatırlayamadığım birileri sanırım halam veya ablam gelip içeri geçip hoşgeldiniz diyebileceğimi, herkesin beni beklediğini söyledi. O koridora çıktığım andan, herkese hoşgeldiniz diyip mutfağa kaçtığım ana kadar hiçbi şey hatırlamıyorum. Zihnimde o dakikalarla ilgili beliren tek kare sevgilimin beni salon kapısında gördüğü an ki bakışı. İnsanın ancak ölürken unutacağı görüntülerden biri bu. Tarif edilmesi imkansız. Tek isteğiniz o an herkesin puf diye ortadan kaybolması ve koşarak sevgiliye sarılmak, kollarının altına saklanmak, bırakmamak, öyle uyuyakalmak. Pek tabi öyle olmadı. Herkese kibar hoşgeldinizleri sıralayıp doğru mutfağa geçtim. Mutfakta telaş, kahveler yapılıyor tabi. Ben zangır zangır titriyorum. Oturmayı bile aklıma getiremedim de Zerrin otursana şuraya bayılıcaksın dedi arkasından Zuhal yetişti.
Kızların ellerimi tutup sakinleştirmeye çalışarak geçti geçti tamam en stresli kısmı atlattın karesi de hemen sağda;
Kahveler pişti, o kadar insana ağır cam tepside dökmeden ve fincanlara bakmadan kahve servis etmekte sıra. Tabi bi de sağ alttaki ufak cezvede bulunan tuzlu damat kahvesini sevgiliye acımadan içirmek:)
Soğukkanlılığımı korumaya ve heyecanımı belli etmemeye çalışarak ağzına kadar insan dolu olan salona elimde tepsiyle giriş yaptım. Tüm gözler yine bende. Ben hem kimseye bakmamaya çalışıyordum, hem de çaktırmadan sevgiliyle göz göze gelme çabasındaydım. Kahveleri servis ederken yapılan "tuzlu kahve hangi fincandaysa söyle biz de yanmayalım" geyiği beni biraz rahatlatmış demek ki, sıra sevgilime geldiğinde biraz daha nefes alıp verebilir haldeydim.
Çakal sevgilim tepside kalan son üç fincandan farklı olan yerine aynı olan diğer ikisinden birine uzanıp gülünce, tepsiyi çekip o değil canım diğeri dedim ve aile fotoğrafçımız Zero tam da bu anı objektifiyle yakalamış :)
Kahve merasiminin ardından bendeniz yine mutfağa çekildim. Herkes kahvelerini içip bitirmişken boş fincanları da toparlıyordum ki müstakbel kayınvalidem konuya "kahvelerimizi de içtik.." şeklinde girince arkama bile bakmadan yine olay mahalini terk eyledim. İstenme konuşmasının başladığını anlayan kızlar da mutfaktan salona doğru geçiş yaptı ve ben de çıt çıkmayan salonda kendi istenişimi duymak için kızların arkasına saklanarak dinlemeye koyuldum :) Hüseyin abi klasik "Cumhur'la İnci birbirlerini tanımışlar, bi karar almışlar" diye başlayan cümlenin sonunu heyecandan "kızınız İdil'i" diye devam ettirince salondan bi iki ses İnci diye düzeltti ve ardından ufak kahkahalar geldi. Söz babama bırakıldığında önce "birbirlerini tanıyıp sevdiler biz de saygı duyduk bize düşen bu kararlarında onların arkasında olmak" dedi fakat ardından Can'a soralım o ne diyo diye kardeşimi çağırdı. O güne kadar bana takılıp hep "o gece sorduklarında vermiyorum dicem kızım" diyen Can, salonun ortasına gelip "ben Cumhur abiyi seviyorum" dedi ve ardından enişte-kayınço olarak sarıldıkları o kare tam da şu;
Onlar kaynaşırken söz tepsisini tuttuğum ve bana şans getiren meleğim Zuhal'imin kamera arkasında bizim söz tepsimizle verdiği poz da ilk kez ve sadece bu blogda :)
Tabi kamera arkasında bu makaralar dönerken biz de herkesin önünde kuzu kuzu ayağa kalkıp yanyana durduk. Zuhal tepsimizle birlikte geldi. Sözü Hüseyin abi kesti ama ne kesmek. Sanırım biz çift olarak çok fazla güldüğümüz için, sözümüz de güle oynaya, komikliklerle geçti. En az bizim kadar heyecanlı olan Hüseyin abi yüzükleri önce bi bulamadı. Zuhal bu İnci'nin bu da Cumhur'un diye bıyık altından tiyo verince önce benim yüzüğümü, sonra da sevgilimin yüzüğünü taktı. Bizde âdet olduğu üzere makaslar kesmez efendim. Zuhal'de zaten tepsinin üzerinden bile sıkı sıkı tuttuğu makasın kesmeyeceği konusunda gülerek ilk uyarısını yaptı. Nası kesicek o makas diyen Hüseyin abi tam elini cebine götürmüştü ki tepsiye bi ortak daha çıktı ve benim fırlama kardeşim "evet makas kesmiyo" girişiyle koptu geldi.
İşte efendi görünüşünün altında bi canavar saklayan kardeşim ve sevgilimin abisi arasında geçen "iki kardeş düellosu" :)
O karmaşa ve heyecanla makas meselesini bile unutan Hüseyin abi, bizi sevgilimle bi kurdelede bağlı bıraktı. Aslında bi yandan sembolik olarak mükemmel bi alt metin var o kurdelenin kesilmemesinde :) Akabinde yine Zuhal'in ufak tiyosuyla "kesicektik doğru" diyerek makası eline aldı ve sonunda kurdelemiz ikimizin parmaklarında aynı iki yüzükte iki parça oldu. Alkışlar ve iyi dileklerle fotoğraf çekimine geçtik. Tüm ailemizin fotoğraflarına bu blogda yer veremeyeceğim, zira bizim söz nişandan farksız oluyor kişi sayısı, âdeti, saltanatı açısından :) Zaten tüm fotoğraflar Facebook'ta yayında olduğundan burda daha ziyade geceden notlar, kamera arkası niteliğinde kareler ve tabi ki hepsi çok önemli olan detaylara yer veriyorum.
İlk fotoğraflar çekilmeye başlanıp, biz de müstakbel kayınvalidem, görümcem ve kayınbiraderimle ilk pozumuzu verdikten sonra sıra annem, babam ve kardeşimdeydi. Bu anlara da damgasını vuran hareket annemden geldi. Daha önceden içinden gelerek bana ve sevgilime hazırladığı hediyeleri bize takarken şu an bile güldüğümüz ve eminim hepimizi yıllar sonra da güldürecek anlar yaşadık. Damadına bi altın takmak isteyen ve insanların o güne özel aldığı kıyafetlere iğne batırmaktan imtina eden annecim, altını siyah şık bi kesenin içinde getirdi fakat Cumhur'un üzerine onu iliştirecek bi yer bulamadığından, bi de o anın heyecanı ve acelesiyle ceketinin düğmesine astı. Hemen ardından bana kolye ve bileklik hediye eden annem zaten onları yakın gözlükleri olmadan takmakta zorlandığından imdada hemen melek kuzen Zuhal yetişti. Ki o da bileklikte epey takıldı ve ortaya "işte o anlar" denebilecek şöyle bi kare çıktı; -Cumhur'un ceket düğmesindeki keseye lütfen dikkat, hâlâ gülüyorum :)-
Sizin de tahmin edeceğiniz gibi uzunca süren fotoğraf merasimi sonrası muhteşem çikolatalarımızı misafirlere ikram ettim. Beklediğimiz geri dönüşü herkesten almak da yüzümüzü güldürdü tabi. Çikolata ikramı sırasında öncelikle sevgiliyle diyaloğumuzu özetleyen kareyi paylaşmayı borç bilirim :)
Burda ben her birini evladım gibi sevdiğim çikolatalarımıza kıyamadığımdan, bi yandan formalite icabı sevgiliye uzatıp, bi yandan "yeme sen" diyorum. Ve tabi ki sevgilinin o kahkahalar attıran bakışı, alsam mı almasam mı gel-git hali.. Kıyamam, nasıl naiftir nasıl. :)
Çikolataların ardından bizim ayrıca ikramlarımız olan ve anneannemin, halamların, yengemin, ablamın, kızların bize hiçbi şey bırakmadan hazırlayıp getirdikleri Arnavut böreğimiz, zeytinyağlı yaprak sarmamız, kekimiz, un kurabiyemiz, mercimek köftemiz, tavuklu kanepelerimiz, patates salatamız afiyetle yendi. Bu sırada Can ve Hüseyin abi arasında yaşanan Beşiktaş-Fenerbahçe muhabbeti, Hüseyin abinin Can'ı Beşiktaş'lı olması için ikna çalışmaları, vaatleri gülüşmelerle devam ederken, mutfak tarafından bi Gülten halam, bi Zümrüt ablam bana kaş göz yapıyor ama ben saf anlamıyorum tabi. Kalktım mutfağa gittim ne oldu dememe kalmadan bizim taraftan Rumeli parçalarını açmamız ve oynamamız konusunda yoğun bi baskı ve istekle karşılaştım. Biz alışkınız, çekinmeyiz çok da severiz. Dedim ya, sözümüz nişan gibi oluyor Arnavut âdetleri sağolsun, bayılırız biz :) Ama endişelendim tabi, nasıl olur diyorum insanlar tuhaf karşılamasın, bunlar napıyo diye ayıplamasın falan. Halam yok diyor bi şey olmaz, severler, hoşlarına bile gider değişik gelir açın oynayın. Olur mu, olmaz mı derken babamdan da gelen yoğun istekle açtık bizim havaları, ortadan cam sehpayı da erkeklere kaldırttık ve işte sözde bile oynayan Arnavut kızçeleri, mükemmel oynayan kuzenimiz İsmail ve arka planda dj pozisyonunda kuzen Bekir Kahyagil :)
Bizim oynamamızı nasıl karşılarlar endişemizi de, müstakbel kayınvalidemin elinde cep telefonuyla fotoğraflarımızı çektiğini gördüğümde yendim. Onların da çok hoşuna gitmiş zira bu dakikalar. Biz salonun tozunu attıktan sonra son bi ikram olarak soğuk içeceklerle serinledik ve zaten akabinde kızı alan taraf rahat, huzurlu bi şekilde müsade istedi. İşte asıl mesele de tam bu an ortaya çıktı :) Yine bizim aile geleneklerinden biri haline gelmiş olan, kız isteme merasimi bitip erkek tarafı giderken bizden bi aile büyüğünün damadı alıkoymasına geldi sıra. Bu konularda söz sahibi olan halamız Sanko'muz kayınvalideme Cumhur'u biz biraz daha burda tutuyoruz, daha sonra eve gelir diyerek durumu belirtti. Kayınvalidem de beklenmedik bi şekilde " o zaman bende kızımı götürüyorum" diyerek beni elimden tuttuğu gibi kapıya kadar götürdü :) Tabi işin espirisi, ben bi yere gitmedim ama biz damadı alıkoyduk o ayrı.
Erkek tarafı gittikten sonra bizimkiler içerde yine Rumeli havaları açtı, yine oynandı, bu sefer kız babası olarak tüm kuzenler babama oynadı, babam ve halam hepimize paralar yapıştırdı falan keyifler yerinde yani.
O kargaşada sevgili kalkmış odama gitmiş, tabi hemen arkasından gittim baktım aynanın önünde durmuş, hep yaptığı gibi parfümlerimle takılarımla oynuyor. Sonra dönüp bana baktı, ben de ona baktım. Sonrası yine ikimize has bi huzur.. Uzun uzun göz göze duruşumuz, derin birer nefes alıp sarılışımız, gözlerimizin doluşu, sevgilimin aynamın önünde duran ve kendisinin aldığı iki yüzük kutusuna uzanışı, her başarımızın ardından gelen o sakinlik, o zaferle karışık tatlı bi uyku ve baş dönmesi hali.. Hiç kelime yok. Bizde hep var olan, "bunu bu hale biz getirdik, biz başardık" duygusu içinde ara ara netleşen, ara ara gözyaşlarımızla flulaşan kareler topluluğu, dönüp eserini izleme hali, bi tutam "hâlâ inanamıyoruz"luk ve ortaya çıkan müthiş bi koku. Evet koku. Ancak böyle tasvir edilebilir bi tat belki.. Sıfatlandırma ihtiyacı duymuyorum. Kalıplara ihtiyacımız yok.
İnsanı alıp götüren eski zamanlardan kalma bi kahramanlık öyküsü gibi.. Bi başka iki insanın anlatıldığı bi filmi izler gibi.. Ya da bu kelimeleri takip edip, bu cümlelerle hayatımızın bi kısmına konuk olan herkesin yaptığı şekilde, bi roman okur gibi..
Daha önce de herkesle paylaştığım gibi; bu yaşıma dek yazmış olduğum, uç uca getirerek cümleleri, kelimeleri oluşturduğum her harfim sevgili adama aittir ve ona ithaf edilmiştir. Yazmış olduklarıma, yazıyor olduklarıma ve yazmaya devam etmeme böylesi sahip çıktığı, en büyük desteği yürekten verdiği, her kelimemi görene dek heyecandan yerlere göklere sığamadığı, okuduğu her cümlemin ardından kızıyla gurur duyan bi baba, kardeşiyle gururlanan bi abi olabildiği, gözleri dolabildiği ve bu blogla bağlantılı olarak tabi ki yüzüğünü taşımaktan, eşi olmak için çıktığım yoldan ve sevdiği kadın olmaktan gurur duyduğum ve yaşattıklarına karşılık bi hiç sayılsa da, yapabileceğim en iyi şekilde yazılarımla onu gururlandırmama izin verdiği için 'O' Adam'ıma teşekkürlerim, Tanrı'ya şükürlerimle..
Etiketler:
alyans,
aşk,
çiçek,
damat,
düğün,
evlilik,
gelin,
hazırlık,
kız isteme,
kurdela,
makas,
söz,
söz bohçası,
söz çikolatası,
söz tepsisi,
tuzlu kahve
21 Kasım 2011 Pazartesi
Söz Hazırlıkları
08.10.2011 ~ 18.11.2011
Ömürlük çıktığımız yolun içerisinde biraz nefes almak, biraz dönüp ne yaşadığımıza bakmak adına ilk durağımıza yaklaşmak üzereydik. Heyecan desen bizde, endişe desen bizde.. Okula başlamasına haftalar kalan 7 yaşında iki çocuk gibiyiz. Öyle yabancıyız konuya, öyle uzak. Ama her şeyi hem olması gerektiği gibi yapmak isteği var, hem de ikimizde de olmazsa olmaz haline gelmiş olan "her şeyimiz farklı olsun, her detayımız bizim imzamız olsun" ideası. Haliyle ekstra ilgi istiyor konu. Lafı geçmişken söyleyeyim, sevgilimin bu yönüne ezelden vurgunum. Ben detaycı insanım, tanıyan herkes bilir hayatımın her ayrıntısında farklı olmanın karakterimin bi parçası olduğunu. Ama böyle bi adam bulmak kolay iş değil elbet. Erkek, doğası gereği biraz daha rahattır her daim. Mutlaka vardır kişiliği detaycı olan adamlar ama, zor zanaat. Velhasıl kelâm (sevgili deyimiyle "söz temsili") benim sevgilim benden de detaycı. Toplu iğnenin ucunun ne renk olması gerektiğini falan düşünen bi adam. E nasıl aşık olunmaz şimdi, siz söyleyin. :)
Biz böyle ayrıntı delisi iki insan bi araya gelmişiz, üstüne evleniyoruz, üstüne de sözümüze haftalar kalmış. Neler olmaz ki.. Öncelikle daha önce paylaşmış olduğum söz tepsimiz hazır tabi. El emeği, özel tasarım :) Ve ondan da öncesinde, söz tarihinden yaklaşık bi ay önce aldığımız alyanslarımız hazır olarak beklemede. Yüzüklerimizi alışımız da apayrı bi blog konusu tek başına, bunu ayrıca yazmalıyım. İkinci konu yüzüklere takılacak kurdeleydi. Sözlenenler veya söze şahit olanlar bilir, kırmızıdır normali. Ama herkes için normal neyse bizim için tam tersi normal tabi. Beyaz istedik. Üzerinde yaldızı, simi falan olmayan hafif kırık bi beyaz. Asil. Farklı. Görenin aklında kalacak şekilde.. Her ayrıntı önemsizdir, fakat sıradan insanlar için.
Kurdele konusunun yanına bi tik atıp çikolata seçimine geliyoruz. Klasik madlenler elbette ki bize uygun değil. Oturup düşünüyoruz, hep yaptığımız gibi beyin fırtınası yapıp ilk seçenek olarak Bonnyfood'u farklı ve şaşırtıcı buluyoruz. Bi kaç seçenek arasından renk, çeşitlilik, çikolata türleri ve üzerlerindeki kaplamalara varana dek araştırırken yine tatmin olmayıp daha farklı bi alternatif istememiz sonucunda işte bu mükemmel çikolataların tam da bizim gibi bi çift için tasarlanmış olduğunu farkediyoruz :) Üzerinde fotoğraflarımız ve söz tarihimizin olduğu çikolatalar şüphesiz tüm davetlilerin ilgileneceği, yemeye kıyamayıp saklayacağı, etrafında eşine dostuna gösterip gülümseyeceği, unutamayacağı ve en önemlisi Biz'i başkalarının salonlarına, vitrinlerine taşıyacak olan şahane tatlılar. Ki biz bu çikolataları yıllar boyunca farklı fotoğraflarımız, farklı anılarımızla tekrar tekrar yaptırıp evimizde hep bulundurup misafirlerimize sunmak adına karar aldık, tabi firma yaşadığı sürece..
Ve daha yakından;
Çikolata konumuzu da şahane sevgilim yetkililerle sıkı bi mail ağı kurarak hemen halletti ve geldik üçüncü önemli detay olan çiçeğe. İlk fikrimiz yapay bi aranjman yaptırıp, kalıcı olmasını sağlamaktı. Fakat seçenekler o kadar rüküştü ki bu fikirden derhal uzaklaşıp çiçeğin kalıcı olamasa bile canlı ve sade olması gerektiğinde hemfikir olduk. Kalıcılığı da fotoğrafla ve asıl amacımız olan bu anılar çekmecesiyle sağlamış oluyoruz, o da ayrı tabi.
Mis gibi lilyumlar ve beyaz güllerden oluşan sade ve şık aranjmanımız;
"Oturup çikolatayı çiçeği bile düşünmüşler, bunlar gerçekten delirmiş"
diyenleriniz var biliyoruz; eve gelecek çiçek ve çikolatayı o gece
yoldan alınacak önemsiz formaliteler olarak görerek herkes evleniyor
zaten. Asıl önemli olan, her detayı sizin çift olarak
imzanızı taşıyacak forma sokabilecek yaratıcılıkta olmak. Açıkçası bizim bu konuda örnek olmak gibi bi misyon üstlendiğimiz yok. Bizi ilgilendiren kısmı, herkesin her ayrıntısını yıllarca konuştuğu bambaşka bi söz-nişan-düğün üçlemesi gerçekleştirecek olmak. :) Bu konuda da o kadar ketumuz ki, hazırlıklarımızı bile söz gerçekleştikten sonra yayınlıyoruz. Herkes merak ediyor, acaba neler olmuş, olan biten bize hangi fotoğraflarla hangi cümlelerle ve nasıl anlatılacak diye. Biz de keyfini çıkarıyoruz tabi, çaktırmayın :)
Hazırlıkların dördüncü aşaması özellikle beni zorlayan kısım. Bunu itiraf etmeliyim. Zorlandığım mesele, böyle klişelere oldum olası irite olarak bakmam. Duyduğumda bile tüylerimi diken diken eden, asla yapmam dediğim söz bohçası olayı. Konuya ısınmam öncelikle Arnavut olmamız kaynaklı. Bilenler bilir, çok âdetliyiz ki bu konuda "hayatta yapmam" dediklerimle halamları çıldırtmışlığım çoktur. İlla olması lazım dediler, yok biz yapmıyoruz, bize göre değil, ay mümkünü yok sevmeyiz biz falan dedim; dinletemedim. Madem mutlaka olacak o zaman bunu da oturup ince ince düşünmelisin İnci dedim. Şimdi bohça denen şey adı üstünde, bohça. İşte bunun çeşitleri var-mış, öğrendim daha da soğudum tabi. Annem aldı beni koluna, doğru çarşıya. Ha bi de annem de benden beter uzaktır bu konulara. E kimin kızıyım belli. Anne dedim imkanı yok o bilindik şeylerle olmaz bu iş. Onlar dışında alternatif bulamazsam yapmam, baştan anlaşalım. Tamam dedi neyse ki uzatmayayım gittik çarşıya. Bohça diyorum, der demez tezgahtara yalvarır şekilde "ay ama öyle dallı güllü işli mişli şeyler olmaz mümkünü yok bunun bi başka oluru yok mu" diyorum. Yok. Adı şase olan menem bi olay var, düşman başına. İşler, simler, güller, böcekler falan. Kabus net. O dükkan senin, bu dükkan benim gez dur, sonuç yok. Ufaktan darlanmalar baş gösterdi bende derken o sıkıntıyla aklıma tabi ki şahane bi fikir düştü. Kocaman bi kutu, büyük ihtimalle kırmızı veya siyah. Üzerinde çok kalın saten bi kurdele. Kırmızı kurdeleye antipatim var ezeli, o sebeple kutu da kafamda derhal kırmızı oluverdi, kurdelenin siyah olması zorunluluğuyla. Tamam fotoğraf net. Kim ne derse desin, kim saçma karşılarsa karşılasın. Farklı mı? Farklı. Yaratıcı mı? Yaratıcı. Meselenin dışı tamam o zaman. Derhal anne harekete geçirildi, kırmızı kocaman bi kutu bulundu. Üzerine en kalınından saten simsiyah bi kurdele de alındı. Görüntü tek kelimeyle, asil.
Kafamda oluşan fotoğrafın vücut bulmuş hali için bu taraftan;
Kutu bu, içine başka bi alternatif kaplama düşünmeden öyle basitçe sunulmaz, hele de erkek tarafına. Ben yapmam o ayrı da, yapmaya kalksam halamlar beni keser çok şirin bi şekilde. Bu konuda da yine döndük dolaştık o zevksizlik abidesi, o rüküş, o kitsch işlemeli şaselere geldik. "Tamam kutu yapsın ama eşyalar öyle koyulmaz onları bi şaseye sarsın" diyorlar. Yahu diyorum madem o kabus şaselerden alacaktık, ne diye kutu yapıyoruz. İçi ayrı, dışı ayrı telden çalacak. Dışına modernliği, içine buram buram klişeliği serpiştirmek trajik. Öyle olur, böyle olmaz diye çekişirken yine müthiş bi görüntü çaktı aklımda. Kırık beyaz dümdüz bi saten. İşlemesiz falan. Kutuya kıvrılarak iliştirilmiş. Böyle kapağı kaldırıyorsun, altında bildiğin kutu tabanı bekleyerek ama ta taa.. Mis gibi saten. Küçük bi hesapla bi metreyi yeterli bulduk annemle. Kumaşçıdan kestirip kenarlarına da sade bi dikiş attırdık terzide. Ne o işler simler. Biraz el becerisi, biraz yaratıcılıkla "sateni kutuya nasıl sabitlerim?" sorununu da beyaz toplu iğnelere ufak nazar boncuklarını geçirip, sateni buruşturarak aştım ve perde!
İş geldi çattı içindekilere. Önce anne sözü dinleyerek "en iyisi olacak" mottosuyla en iyi mağazaya girildi. O kadar uzağım ki konuya ne alıcaz içine ne koyucaz bilgim yok. Gömlek-kravat ikilisi başı çekiyormuş efendim. Tabi ben öyle amca gömleklerinden seçip bi de üstüne kalın parlak kravatlardan alır mıyım? Cevabı siz verin ey okuyucu. Tezgahtar bizi görür görmez söz bohçası mı olacak diye sordu. Alnımdan neon harflerle akıyor mu ki diye düşünmedim değil hani. Sonra sağ yüzük parmağıma baktım, tekaşk falan. Bazen sarışınlığım tutuyor, heyhat. Neyse, tezgahtarlar çok şey bilir ama hiçbi şey bilmez. Söz bohçasına açık mavi gömlek tercih ederler, ciddi olur gibi bi laf etti. Baktım ve sadece "en renkli olanları görebilir miyiz?" dedim. Siz biraz farklısınız sanırım dedi gülümsedi. Annem ehe öhö falan yapıyor. "Epey" diye cevapladım ve gömleklerin detaylarına gömüldüm. Önümde çeşit çeşit, renk renk gömlekler dizilmiş. Yakasının genişliğinden, düğmelerine ve hatta düğmelerin dikilmiş olduğu iplik renklerine varana kadar incelediğimi söylememe gerek yok sanırım. O dakikalarda hem tezgahtarı hem annemi tansiyon fırlamalarına sürüklemiş olabilirim ve fakat asla pişman değilim. Yine olsa yine yaparım. Nihayetinde kırmızı ufak kareli slimfit spor bi gömlekte karar kıldım. Bi yan tezgaha geçip kravat seçmeye başlayacaktık ki, beni yeterince analiz edemeyen tezgahtar hanım kızımız parlak, kalın, kocaman lahmacuncu kravatlarına (yalnız öyle bi ezdim ki, şu aşamada henüz fotoğrafları görmediğinizden gidip en dandik yerden alışveriş yaptık sanacaksınız da, fotoğrafları görünce yuh be kızım diyeceğinizi biliyorum) uzanmaya yeltendi ama benim "şu ince, çizgili puantiyeli ve örgü olanlardan lütfen" cırlamamla elini geri çekti. Tanrım o tam ismi "ipek örgü kravat" olan yaratıklar nasıl güzelmiş. Her birine ayrı ayrı hayran oldum. Kafamın içinden saniyede akan düşünce sayısı sonsuza yakınsadığı için bi ara "tüm kutuyu bu kravatlarla doldurup başka bi şey almasak mı?" düşüncesi saçlarımı savurarak yanımdan geçti. Akabinde silkelendim, görevimi aklıma getirdim ve seçtiğim gömleğe en uygun kravatı, ipek örgü incecik, lacivert üzerine beyaz ufak puantiyeli olarak belirledim. Bu çılgın seçimimle hanım kız benden cidden emin olarak "siz gerçekten farklı şeyler arıyorsunuz" dedi. Bu geç idrakın da bana tek getirisi çorap seçiminde kızın nokta atışı yapması oldu. Ardından kol düğmesi seçtim ki bu en kolayı oldu. Uzaktan gördüğüm yuvarlak, siyah-beyaz damalı kol düğmeleri taaaammm da benim sevgilimin bileklerine yakışır cinstendi :) Böylece ilk mağazada gerekli olan parçaların bi çoğu halledilmiş oldu. Buraya kadar bile of dediniz biliyorum ama bi havlu seçişimiz var ki, senaryoluk.
Kockoca İstanbul diyosun, her zevke hitap eden bi havlu mutlaka vardır. Havlu ya. Havlu. İsmi bile komik. Tövbe Tanrıma bulamadım üstünde hiçbi şey olmayan bi adet havlu arkadaşım. Çıldır yani. Dakikalarca arandık durduk, artık annem "yeter al birini de işli olsun nolucak" diye evlat katili oluyordu ki aradığım düz siyah üzerine koyu gri yuvarlakları olan havluyla gönülleri fethettim. Akabinde çamaşır seçicez ki bu konudaki düşüncelerimi beni hiç tanımayan bi insan olsa dahi şu yazının buraya kadarını okumuş biri için tahmin etmek zeka gerektirmiyor. Bu macerayı kısaca özetlemem ve kendi kişisel tarihimize not düşmem gerekirse -ki onu yapıyorum- benim "çılgın olsun" kafamdan dolayı satış görevlisi teyzenin "söz bohçasına mı koyulucak?" sorusuna "evet ama, işte şu tazmanyalılardan olsa ehe mehe" cevabım ve girişimim annemin kafasından dumanlar çıkararak 'fatal error' vermesiyle nihayetlendi. Annem "İnci'cim çok rica ediyorum kızım, o mikili tazmanyalı olanları sonra evinde alırsın Cumhur'a, şimdi düz renk bi şey alalım" cümlesiyle kibarlıkta uç noktalardan okkalı ihtarlar yolladı ve ben de çaresiz düz siyah bi çamaşır seçiverdim. (Allah'ım iyi ki annem blog okumayı bilmiyor,amin.)
Kockoca İstanbul diyosun, her zevke hitap eden bi havlu mutlaka vardır. Havlu ya. Havlu. İsmi bile komik. Tövbe Tanrıma bulamadım üstünde hiçbi şey olmayan bi adet havlu arkadaşım. Çıldır yani. Dakikalarca arandık durduk, artık annem "yeter al birini de işli olsun nolucak" diye evlat katili oluyordu ki aradığım düz siyah üzerine koyu gri yuvarlakları olan havluyla gönülleri fethettim. Akabinde çamaşır seçicez ki bu konudaki düşüncelerimi beni hiç tanımayan bi insan olsa dahi şu yazının buraya kadarını okumuş biri için tahmin etmek zeka gerektirmiyor. Bu macerayı kısaca özetlemem ve kendi kişisel tarihimize not düşmem gerekirse -ki onu yapıyorum- benim "çılgın olsun" kafamdan dolayı satış görevlisi teyzenin "söz bohçasına mı koyulucak?" sorusuna "evet ama, işte şu tazmanyalılardan olsa ehe mehe" cevabım ve girişimim annemin kafasından dumanlar çıkararak 'fatal error' vermesiyle nihayetlendi. Annem "İnci'cim çok rica ediyorum kızım, o mikili tazmanyalı olanları sonra evinde alırsın Cumhur'a, şimdi düz renk bi şey alalım" cümlesiyle kibarlıkta uç noktalardan okkalı ihtarlar yolladı ve ben de çaresiz düz siyah bi çamaşır seçiverdim. (Allah'ım iyi ki annem blog okumayı bilmiyor,amin.)
Son olarak alınan her şeyi tek tek içerisine koyacağımız krem rengi tülden farklı boylarda keseler alarak alışverişi ben tezgahtar, annem evlat katili olmadan kansız sonlandırdık.
Ama bi bakın ortaya çıkan sahneye lütfeeeeeen ya :)
Bizim için ince elenen, her saniyesi kafamızda bi film senaryosu gibi tek tek ve net olarak belli olan, heyecanla üzerine titrediğimiz hazırlıklarımız bu kareyle ölümsüzleşti. Sadece bu hazırlıkları şekillendirip, sıraya koyup, fotoğrafların açıları ve renkleriyle bile dakikalarca ilgilenerek, her kelimenin ve her cümlenin üzerinde durup düşünerek bu blogun yalnızca bu bölümünü tam olarak 3 saatte tamamladım. Haklı bi gururla gülümsüyorum.
Bi kaç gün sonra "Söz Günü" detayları ve fotoğraflarıyla, kimler ordaydı, neler konuşuldu, kulisler ve kamera arkası dedikodularla burdayız.
30 Ekim 2011 Pazar
İlk Doğum Günü
Hep efendi damat mı bana sürpriz yapacaktı yani? Tabi ki ben de üstün(!) yeteneklerimi ve tartışmasız zevklerimi kullanarak harikalar yarattım. Böyle atıp tuttuğuma da bakılmasın, hazırlık aşamasında çok sancılar çektim. İtiraf ediyorum yani her detay mükemmel olsun, aman o yetişsin, şu da şöyle olsun mantığım sayesinde mi desem yüzünden mi desem, epey uğraştım :) Ama değdi mi, değdi.
İşe öncelikle tabi ki hediye seçimiyle başladım. Kim olursa olsun, isterseniz 40 yıllık anneniz, isterseniz 5 senelik eşiniz bu hediye seçme işi tam bi ızdıraptır. Hep böyledir kimi ne kadar tanıdığınızın bi önemi yok yani. Ama tabi benim gibi seçilmiş şahsiyetler (kahkaha atıyorum burda) için hediye meselesi ızdıraptan zevke dönüşüyor. Bizler hediyeyi madden değil manen seçtiğimizden, işimiz hayal gücümüzün uzandığı düzlem kadar sonsuz ve kolay. Yaratıcı olmak yeterli yani.
(Bugün kendimi göklere çıkarma günümdeyim, bağışlayın.)
Tam tamına bi günümü harcayarak; her bi detayını, her bi harfini, her bi çizgisi, rengi, şekli, sayfasını kendim tasarladığım şahane bi kitap bastırdım sevgiliye. Link paylaşıp paylaşmamak konusunda bu satırları yazarken bile kararsızım. Zira kıskancım, benim fikrim benim yaratıcılığımdır, sahiplenirim, etrafımda yöremde başka birileri de görür yaptırırsa külah takasına gireriz falan. O yüzden neyse, paylaşmayayım :)
Hediye kitabı baskıya gönderdim. Sıra geldi mekan seçimine. Yaratılış olarak sakinlik yanlısı bi tipim, tipleriz daha doğrusu. Huzur meraklılarıyız. Kuzenlerimiz, sevdiğimiz arkadaşlarımız var tabi ki ama o gece başbaşa olalım istedim ben. Sanırım yine kıskançlığım devreye girdi. Mekanı aradım haftaiçi, rezervasyon yapmıyorlar. Gel de delirme. Hele de benim gibi hiç bi işini şansa bırakmayan bi insan delirmesin, mümkün mü? Mecbur kalkıp gidilecek mekana, yüz yüze taktiği kullanılacak. Tabi ben o güne gelene dek tüm planlarımı saniye saniye yaptım.
Ve geldik 29 Ekim 2011 gününe. Ben ki ne sınavlar geçirmiş, ne mülakatlardan çıkmış insanım ve heyecan denen şey bana uğramamıştır bu yaşımda kadar; ama o sabah gözlerimi açmadan bi kaç salise önce başlayan ve saatler ilerledikçe yükselen sürekli bi heyecanla nefes aldım. Yataktan kalkışım, yüzümü yıkayışım, üstümü giyinişim, makyajımı yapışım, çıkıp işe gidişimden tutun da, işteki saatlerden çıkışa, sonrasında pastalarımızı alışımdan, mekanla görüşmeye gidişime kadar durmadı o heyecan.
Ardından sevgili adam geldi. Birlikte iş arkadaşlarımla vakit geçirdik, güldük, eğlendik. Bizim deli takımı her biri ayrı bi karakter, ayrı bi özellik. Sağolsunlar o bi kaç saati geçirebileceğimiz en güzel şekilde geçirdik. Bu arada tabi sevgilim merak içerisinde bana soran gözlerle bakıyo falan. Hiç renk vermiyorum.Acıktım diyor, açsan Mc'e gidelim yiyelim falan diyorum gayet sıradan tavrımla :) Sonra akşam vakitlerine yaklaşıldı kalktık bizimkilerle vedalaştık, bi kaç mağaza dolaştık, biraz gülüştük, Terkos'a girip kendimize birer alyans daha aldık orjinal alyanslarımızdan daha spor, daha günlük, ben yine kıskandım sevgilinin ellerini ben ki elleri güzel diye anılır kendime yüzüğü çok yakıştırırım da benden iyi taşıyor heyhat :) sonra sarıldık, öpüştük. Nihayetinde ben dayanamadım ve Krepen'e girişimizi gerçekleştirdik.
Yemeklerimiz gelmeden ben sembolik bi evlenme teklifi bile yaptım sevgilime. Aldığımız yeni alyanslarla uzun bi konuşma ve tebessümlerimiz, dolan gözlerimiz eşliğinde. Sonrasında yemeklerimizi yedik buraları sarıyorum bi kaç kare.
İçkilerimizi seçtik farklı tatlarda. Yemeğimiz, içkilerimizi içişimiz hep olduğu gibi gülümsemeleri kahkahalara dönüştürdüğümüz bi kaç saat.. Bazen kendi uyumumuza hayran kalmıyor değilim. Geçip uzaktan izliyorum sanırım arada sırada bizi. Hoş kare.. Bi de şu çok oluyor; ya sevgili konuşurken ben konudan tamamen uzaklaşıp dalıp kalıyorum her mimiği her hareketine, dişlerim gözükene kadar o anlamış oluyor, ya da o bana dalıp kalıyor ki benim klasik cümlem "bakma öyle.." oluyor.
Ardından gelen kare tam olarak şu;
Buraya yazıyorum böyle ama burdan sonrası biraz flu. Aslında flu olduğu kadar da net. Tuhaf şey.. Pastalarımızın gelişi, mumlar, maytaplar, diğer masaların bize bakışları, kalkıp sevgiliyi öpüşüm, sarılışımız, fısıldanan bi kaç kelime, yerime oturuşum ve kitabı sahibine teslim edişimle sanki herkes sustu. Ki susan bizdik. O saniyeden sonra bıraktım sevgiliyle kitabını, daha bi öne eğildim kaçırmamak istercesine hiç bi saniyeyi ve izlemeye başladım.
İlk gördüğü an yüzünde oluşan o ifadeyi bunca kelimeyi yanyana getirebiliyor olmama rağmen betimleyemem size. Sonra sayfa sayfa açışı, bi sayfada dakikalarca kalışı, diğerine geçip onu da sindirdikten sonra en başa dönüşü sanırım saatler sürdü. Üçüncü sayfada başını kaldırıp bana baktı ve beklenen oldu. Ağladık. Nasıl bitirebildik o kitabı sahiden bilemiyorum. Benim şovum orda bitti ve ardından sevgili adamın mükemmel sözleri geldi. Onu zor zoruna susturdum. Kalktık, bize geldik, kutlamaya sevgilime annemin, babamın ve kardeşimin aldığı pastasıyla devam ettik. Büyük ve bağlı bi aile olmak meselesi.
Bu da bahsi geçen pastamız :)
İşe öncelikle tabi ki hediye seçimiyle başladım. Kim olursa olsun, isterseniz 40 yıllık anneniz, isterseniz 5 senelik eşiniz bu hediye seçme işi tam bi ızdıraptır. Hep böyledir kimi ne kadar tanıdığınızın bi önemi yok yani. Ama tabi benim gibi seçilmiş şahsiyetler (kahkaha atıyorum burda) için hediye meselesi ızdıraptan zevke dönüşüyor. Bizler hediyeyi madden değil manen seçtiğimizden, işimiz hayal gücümüzün uzandığı düzlem kadar sonsuz ve kolay. Yaratıcı olmak yeterli yani.
(Bugün kendimi göklere çıkarma günümdeyim, bağışlayın.)
Tam tamına bi günümü harcayarak; her bi detayını, her bi harfini, her bi çizgisi, rengi, şekli, sayfasını kendim tasarladığım şahane bi kitap bastırdım sevgiliye. Link paylaşıp paylaşmamak konusunda bu satırları yazarken bile kararsızım. Zira kıskancım, benim fikrim benim yaratıcılığımdır, sahiplenirim, etrafımda yöremde başka birileri de görür yaptırırsa külah takasına gireriz falan. O yüzden neyse, paylaşmayayım :)
Hediye kitabı baskıya gönderdim. Sıra geldi mekan seçimine. Yaratılış olarak sakinlik yanlısı bi tipim, tipleriz daha doğrusu. Huzur meraklılarıyız. Kuzenlerimiz, sevdiğimiz arkadaşlarımız var tabi ki ama o gece başbaşa olalım istedim ben. Sanırım yine kıskançlığım devreye girdi. Mekanı aradım haftaiçi, rezervasyon yapmıyorlar. Gel de delirme. Hele de benim gibi hiç bi işini şansa bırakmayan bi insan delirmesin, mümkün mü? Mecbur kalkıp gidilecek mekana, yüz yüze taktiği kullanılacak. Tabi ben o güne gelene dek tüm planlarımı saniye saniye yaptım.
Ve geldik 29 Ekim 2011 gününe. Ben ki ne sınavlar geçirmiş, ne mülakatlardan çıkmış insanım ve heyecan denen şey bana uğramamıştır bu yaşımda kadar; ama o sabah gözlerimi açmadan bi kaç salise önce başlayan ve saatler ilerledikçe yükselen sürekli bi heyecanla nefes aldım. Yataktan kalkışım, yüzümü yıkayışım, üstümü giyinişim, makyajımı yapışım, çıkıp işe gidişimden tutun da, işteki saatlerden çıkışa, sonrasında pastalarımızı alışımdan, mekanla görüşmeye gidişime kadar durmadı o heyecan.
Ardından sevgili adam geldi. Birlikte iş arkadaşlarımla vakit geçirdik, güldük, eğlendik. Bizim deli takımı her biri ayrı bi karakter, ayrı bi özellik. Sağolsunlar o bi kaç saati geçirebileceğimiz en güzel şekilde geçirdik. Bu arada tabi sevgilim merak içerisinde bana soran gözlerle bakıyo falan. Hiç renk vermiyorum.Acıktım diyor, açsan Mc'e gidelim yiyelim falan diyorum gayet sıradan tavrımla :) Sonra akşam vakitlerine yaklaşıldı kalktık bizimkilerle vedalaştık, bi kaç mağaza dolaştık, biraz gülüştük, Terkos'a girip kendimize birer alyans daha aldık orjinal alyanslarımızdan daha spor, daha günlük, ben yine kıskandım sevgilinin ellerini ben ki elleri güzel diye anılır kendime yüzüğü çok yakıştırırım da benden iyi taşıyor heyhat :) sonra sarıldık, öpüştük. Nihayetinde ben dayanamadım ve Krepen'e girişimizi gerçekleştirdik.
Yemeklerimiz gelmeden ben sembolik bi evlenme teklifi bile yaptım sevgilime. Aldığımız yeni alyanslarla uzun bi konuşma ve tebessümlerimiz, dolan gözlerimiz eşliğinde. Sonrasında yemeklerimizi yedik buraları sarıyorum bi kaç kare.
İçkilerimizi seçtik farklı tatlarda. Yemeğimiz, içkilerimizi içişimiz hep olduğu gibi gülümsemeleri kahkahalara dönüştürdüğümüz bi kaç saat.. Bazen kendi uyumumuza hayran kalmıyor değilim. Geçip uzaktan izliyorum sanırım arada sırada bizi. Hoş kare.. Bi de şu çok oluyor; ya sevgili konuşurken ben konudan tamamen uzaklaşıp dalıp kalıyorum her mimiği her hareketine, dişlerim gözükene kadar o anlamış oluyor, ya da o bana dalıp kalıyor ki benim klasik cümlem "bakma öyle.." oluyor.
Ardından gelen kare tam olarak şu;
Buraya yazıyorum böyle ama burdan sonrası biraz flu. Aslında flu olduğu kadar da net. Tuhaf şey.. Pastalarımızın gelişi, mumlar, maytaplar, diğer masaların bize bakışları, kalkıp sevgiliyi öpüşüm, sarılışımız, fısıldanan bi kaç kelime, yerime oturuşum ve kitabı sahibine teslim edişimle sanki herkes sustu. Ki susan bizdik. O saniyeden sonra bıraktım sevgiliyle kitabını, daha bi öne eğildim kaçırmamak istercesine hiç bi saniyeyi ve izlemeye başladım.
İlk gördüğü an yüzünde oluşan o ifadeyi bunca kelimeyi yanyana getirebiliyor olmama rağmen betimleyemem size. Sonra sayfa sayfa açışı, bi sayfada dakikalarca kalışı, diğerine geçip onu da sindirdikten sonra en başa dönüşü sanırım saatler sürdü. Üçüncü sayfada başını kaldırıp bana baktı ve beklenen oldu. Ağladık. Nasıl bitirebildik o kitabı sahiden bilemiyorum. Benim şovum orda bitti ve ardından sevgili adamın mükemmel sözleri geldi. Onu zor zoruna susturdum. Kalktık, bize geldik, kutlamaya sevgilime annemin, babamın ve kardeşimin aldığı pastasıyla devam ettik. Büyük ve bağlı bi aile olmak meselesi.
Bu da bahsi geçen pastamız :)
Bi takım şapşallıklarım olsa da öyle sanıyorum ki beni göklere çıkarabilicek bi gece, sevgilimi de benimle aynı seviyeye taşıdı. Garsonların masaları karıştırması sebebiyle Krepen'de gelen kocaman bi pasta ve benim arayıp bulamadığım siyah oje dışında ters giden bi olayımız olmadı, şükür. Elime yüzüme bulaştırmadan sonlandırdım yani O adamın bana bağışlandığı günü. Zaten garsonlar pasta krizini benim alıp daha önceden bırakmış olduğum minik pastalarımız getirerek, ben de oje krizini siyah yerine kırmızıyla çözdük :)
Bunca harf, kelime ve cümlenin özeti esasen şudur ki;
" Bugün günlerdir pırpır eden içimin heyecanı son noktada.Sabah ellerim titreyerek giyindim,makyaj yaptım.Her ayrıntıyı 'Cumhur bunu görünce..' diye inceledim.Sanki bugün evleniyoruz gibi.Ömrümde böyle heyecan tatmadım.Bi doğumu bekler gibi.Sahi,sevgili adam doğuyor bugün.Hoşgeldin çocuk.Hoşgeldin sevgili adam.İyi ki varsın ve iyi ki benim hücrelerimde nefes alıyosun.Doğum günümüz kutlu olsun.Sana aşığım. "
Etiketler:
aşk,
cafe krepen,
damat,
doğum günü,
düğün,
evlilik,
gelin,
hazırlık,
hediye,
pasta,
taksim krepen
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)